The controller for path '/plugins/' was not found or does not implement IController.

Merkezimiz, başlattığı çalışma alanları ve yürütülen araştırma projeleri başta olmak üzere, gerek görülen ilmî meselelerde öncü bir rol oynamak ve düşünce dünyamıza zengin katkılar sunmak üzere, kendi alanında temayüz etmiş ilim adamlarımızdan istifade etmek suretiyle çeşitli telif eserlerin hazırlanmasında önayak olmaktadır.

Bilhassa Merkez projelerinde yer alan hocalarımızın çeşitli düzey ve konularda hazırladıkları eserler önümüzdeki dönemde KURAMER Yayınları arasında kamuoyunun istifadesine sunulacaktır.

Para ile ilgili anlayışın ve bunun gündeme getirdiği meselelerin Müslüman toplumların çoğunda krize dönüşmesi, teorik açıdan sağlıklı bir analiz yapılamaması ve uygulamada çözümsüzlüklere düşülmesi, inançla yaşam arasında bir açmaz oluşmasına ve dolayısıyla ilahiyat sorununa da yol açmaktadır. Bu krizin oluşumunda İslam iktisadına ilişkin metodolojik ve epistemolojik sorunlar da etkili olmaktadır. İktisadî ve tarihsel bir olgu olan para ile ilgili kavrayış netleşmeden bugün Müslümanların ekonomi tasavvurunda merkezî bir yer tutan, sadece kuramsal değil siyasal alanda da önemli gündem maddelerinden olan birçok tartışmayı sağlıklı ve uygulanabilir bir çözüme kavuşturmak mümkün olmayacaktır.

Bu çalışmanın amacı ekonomik gerçekliğin kapsamında nesnel bir olgu olarak parayı tarihten bugüne incelemek, paranın zaman içindeki değişimini ve para ile ilgili kavrayışın tarihsel durumla ilişkili yönlerini belirlemek, paranın bugünkü tanımını ve işlevlerini ortaya koymak, böylece para kavramı ve onunla ilgili -başta faiz tartışmaları olmak üzere- meselelerde fıkhî hükümlere varmak isteyebilecek olanlara gereken malzemeyi sunabilmektir.

***

"Para ve Faiz" kitabımız e-kitap (pdf) formatında satışa sunulmuştur. İncelemek ve temin etmek için:

https://play.google.com/store/books/

İslam toplumu ve öğretisinin kurucu öğelerinden birisi, ‘maruf’ ve ‘münker’ kavramlarıyla ifade edilen temel ahlaki ilkedir: “Maruf’u emretme” ve “münker’i nehyetme” ilkesi.

Bu çalışma, bu evrensel ahlâkî ilkenin özünü oluşturan ‘maruf’ ve ‘münker’ terimlerinin zengin anlam dünyasını, hem klasik tefsir kaynakları ve hadis rivayetlerine başvurarak hem de nüzûl döneminin ve sonrasının toplumsal, kültürel ve siyasal bağlamını dikkate alarak ortaya koymakta ve incelemektedir.

‘Maruf’ ve ‘münker’in bugün bizim için ne anlam ifade edebileceği sorusuna ise yazarın şu sözleri ışık tutacaktır:

“Emir ve nehiy söz konusu olduğunda, emredilecek ve nehyedilecek şeylerin iyilik ve kötülük gibi soyut bir alana işaret ederek uygulanması bir belirsizlik oluşturur. Hukuk ve siyasetin alanına giren konular bir müeyyideye konu olacak iseler mutlaka somut hâle gelmiş, bir form kazanmış olmalıdır. Aksi hâlde herkes kendi zihninde olan iyiliklerin âmiri olacağından hak ve adaletten bahsetmek imkânsız hâle gelecektir. Kur’an’da emretmenin konusu olan ma‘rūf; örf olarak, yani toplumda kabul görmüş yazılı ve yazısız kurallar, yasalar ve toplumun oydaşımı ile oluşturulmuş gelenekler ve adetler, insanlığın ortak tecrübesiyle doğru olanda buluşarak elde ettiği ortak değerler olarak anlaşılmalıdır. Bu değerler hukuk ve siyasetin konusu olduğunda mutlaka somutlaşmalı, sınırları ve uygulayıcıları belirlenmeli ve toplumun dahil olduğu bir sözleşme olarak şekillenmelidir. Aksi hâlde bir ideler dünyasını işaretle emretmek ve yasaklamak görevi ile sorumlu tutulmuş oluruz ama neyi emredip neyi yasaklayacağımızı bilemeyiz.”

Bu çalışma, kan davası töresinin Arap Yarımadası’ndaki uygulamasını dinî, iktisadî ve kültürel kökleri ve toplumsal yapıya yansımalarını da kapsayan geniş bir çerçevede ele almaktadır. Çalışma, Câhiliye çağı olarak adlandırılan İslam öncesi dönem ile Hz. Peygamber’in risâlet dönemini kapsamaktadır. Bu çerçevede Arap toplumunun birincil sosyal yapısı olan kabilenin oluşumu ve bu oluşumun kan davası töresiyle ilişkisi üzerinde durulmakta ve bu açıdan ele alınan tarih dilimi içindeki değişim süreçleri ve dinamiklerin çok yönlü analizi yapılmaktadır.

 Kabile merkezli bir toplumsal yapının aslî unsurunu teşkil eden kan davası bağlantılı çatışmalar, İslam öncesi dönemde kabilelerin parçalanmasına, kimi zaman tarih sahnesinden silinmesine, toplu ölüm ve göçlere neden olmuş iken, bu tablo Hz. Peygamber döneminde nasıl bir şekil aldı ve nasıl bir seyir izledi? Kan davası geleneği, Bedir ve Uhud savaşları dahil olmak üzere İslam’ın nebevî dönemindeki siyasal gelişmeler üzerinde nasıl bir etkide bulundu? İslâmî dönemde yaşanan birçok kırılma noktasında kan davası töresinin etkisi oldu mu? Kitapta bütün bu sorulara klasik İslam literatürünün yanı sıra Batı ve Doğu’dan birçok kaynak eserden yararlanılarak cevaplar verilmektedir. Kapsamı ve odaklandığı sorunlar itibariyle Türkçede yayınlanan ilk telif çalışma olan elinizdeki eser, kan davası töresinin tarihin bir evresindeki durumunu ve günümüzde de devam eden yansımalarını anlamamızı sağlamanın ötesinde, Hz. Peygamber’in mücadelesini ve İslam’ın bir din olarak toplumsal alanla olan etkileşimini kavramak bakımından da oldukça değerli görüş ve değerlendirmeler içermektedir.

Kur’an’ı tanımak öncelikle onun dilini tanımak demektir. Kur’an’ın dilini tanımak da vahyedildiği zaman ve mekândaki Arap dilini ve onun bağlı olduğu çevreyi tanımak anlamına gelir.

Kur’an her şeyden önce zamandan ve mekândan bağımsız olarak bir boşluğa hitap etmemiş; tarihin belli bir döneminde belli bir kültür havzası ve ortamı içinde yaşayan Arap toplumunu muhatap alarak nâzil olmuştur. Bu durum da doğal olarak Kur’an’ın hem içeriği hem de dil ve üslubu üzerinde etkili olmuştur. Bu etkiler daha ziyade Kur’an’ın öncelikli olarak hitap ettiği toplumla olan sıkı bağıyla ilgilidir.

Kur’an dilini tanımanın başka bir yönü de hitabın dilsel özelliklerini tespit etmekle ilgilidir. Edebî yönden zengin ve etkileyici her hitap ve metnin hem başkalarıyla paylaştığı hem de sadece kendine has bazı dilsel hususiyetleri vardır. Bu durum Kur’an için de geçerlidir. Onun da hem başka metinlerde rastlanabilen hem de kendisini diğerlerinden ayıran bazı özellikleri vardır. Bu özelliklerin bir kısmı, içinde yer aldığı bağlamı dikkate almasıyla, yani muhatabını çevreleyen şartlarla ilgiliyken bir kısmı da kendine özgü kavram ve anlam dünyasıyla, yani benimsemiş olduğu üslubun yansımalarıyla ilgilidir. Bu çalışmada Kur’an dilinin işte bu bağlama ve üsluba dair özellikleri üzerine bazı tespitler yapılmaya çalışılacaktır.

Hasr, tahsis bildiren bir meânî terimidir. Bu niteliğiyle hasr, anlamı sınırlandırmak suretiyle daha belirgin kılmayı amaçlayan önemli edebî bir üslûptur. Kur’an’da bine yakın âyette bu üslûbun örneklerini görmekteyiz. Bu araştırmada “Kur’an meâlleri âyetlerdeki hasr üslûbunu yansıtmakta mıdır? Meâllerin hasr ifade yolları ile Kur’an’ın hasr ifade yolları ne oranda örtüşmektedir?” sorularına cevap aranmıştır. Bu maksatla yirmi meâl, otuz âyetteki hasrı yansıtmaları bakımından incelenmiş; âyetlerdeki hasr üslûbunun meâllerde ifade edilmesinde görülen belli başlı sorunlara işaret edilerek dil ve üslûp temelinde birtakım öneriler sunulmuştur. Bu önerilerle, âyetlerde hasr ile vurgulanan anlamların Türk diline aktarılmasında ortaya çıkan hataların belli oranda azalacağı düşünülmektedir. Böylece meâllerin, manayı muhafaza etmek kaydıyla, hasrı ifade etmede tekdüzelikten kurtulup, dil ve üslûp bakımından bir çeşitlilik ve zenginlik sağlayacakları ümit edilmektedir.

Bu çalışma, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapılan Arap Belâgatinde Hasr Üslûbu ve Kur’ân Meâllerinin Hasr Üslûbu Açısından Değerlendirilmesi başlıklı doktora tezine dayanmaktadır. Tez aynı yıl “Molla Fenâri İslâm Araştırmaları Teşvik Ödülü”ne layık görülmüştür.

KURAMER, okuyucuyla buluşmasını sağladığı bu değerli çalışmanın Kur’an’ın zengin anlam dünyasını kavrama niyet ve çabalarına katkıda bulunacağına inanmaktadır.

 Kur’an’ın nüzûl sürecinde Hz. Muhammed ve Müslümanlar ile Medine Yahu­dileri arasındaki ilişkiler Kur’an vahyinde sıklıkla konu edinilir. Külliyetli bir Yahudi nüfusunun bulunduğu Medine’de nazil olan ayetlerde bu tema hem dil hem de muhteva itibariyle daha bir yoğunluk ve genişlik kazanmıştır Eserde bu durum dikkate alınarak, Mekke döneminin son birkaç yılı ile Medine’nin ilk altı yılı, üzerinde en fazla durulan tarih aralığı olmuştur. Bu yapı­lırken, Yahudileri konu edinen ayetler kronolojik sırayla ve tefsir rivayetleriyle birlikte incelenmiştir. Kur’an’da Yahudilerin kutsal metinlerine yapılan açık ve örtülü atıflar, tefsir rivayetleriyle birlikte değerlendirilmiş, Tora’nın yanı sıra Tanah ve Talmud gibi Yahudi dinî kaynaklarıyla da karşılaştırılarak, söz konusu atıfların nelere karşılık geldiği tespit edilmeye çalışılmıştır.

Kitapta ayrıca Hz. Peygamber ve erken dönem Kur’an müfessirlerinin Yahu­dilerden nakilde bulunma meselesine yaklaşımları da özellikle tasdik ayetleri, ilgili tefsir rivayetleri, hadis ve tarih literatüründen örneklerle ele alınmış ve bu örneklerin bir kısmı Yahudi kaynaklarıyla da karşılaştırılmıştır. Bunun yanı sıra, sahâbe ve tâbiînden Yahudilerle ilişkiler konusunda öne çıkan isimlerden nakledilen görüş ve yorumlar üzerinde de durulmuştur.

Hadis ve ahlâk ilişkisi üze­rine düşünmek için bilimsel bir çerçeve nasıl sağlanabilir? Çalışma en genel an­lamda bu soruya odaklanmakta, kavram ve metin temelli olarak hadis literatürü ve rivayetlerindeki ahlâk dü­şüncesini tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Hadis ve ahlâk ilişkisini ‘kavram’, ‘kuram’, ‘literatür’ ve ‘tasavvur’ çerçeve­sinde incelemeyi amaçlayan eser, hadis ve ahlâk ilişkisi konusunda bilimsel ve teorik temelli bir farkındalık yaratmak amacıyla ahlâk kelimesinin geçtiği örnekler merkezde olmak üzere ahlâk içerikli hadis rivayetlerini incelemekte ve bu suretle hadis rivayetlerindeki ahlâk düşüncesini anlamaya ve açığa çıkarmaya çalışmaktadır.

Hadisin ahlâkla kesiştiği noktaların izlenerek tahlil edilmesi, hadisin günümüz ahlâk düşüncesi ve pratiğindeki rolünü anlamak için de imkânlar sunmaktadır. Araştırmacıya düşen, konuyla ilgili sorunları nazarî olarak derinleştirerek dinî-ahlâkî bakış açısının ve düşünsel çabaların olgunlaşmasına katkıda bulunmak iken, tanıklık ettiği ça­ğın karmaşık seçimleri ve zorlu ikilemleri karşısında mensubu ol­duğu dinin öngördüğü biçimde bir duruş sergileme görevi ise bizzat Müslümanlara düşmektedir; ahlâkî tercihleri konusunda bireyin kişisel sorumluluğuna vurgu yapan ve kendine ait etik bir bilinç ge­liştirmesine odaklanan bir çağın tanıkları olarak Müslümanlara…

 Kur’an sadece insanlığa yaptığı evrensel çağrıyla değil, dil, üslup, edebî sanat­lar, sûrelerin tertibi ve sûreler arası uyum gibi şeklî sayılabilecek yönleriyle de muhatabına etki eden, özel olarak incelenmesi gereken bir özelliğe sahiptir. Bu yüzdendir ki, Kur’ân-ı Kerîm metninin yapısal özellikleri ve ayetler/sûreler arasındaki bütünlük, Kur’an yorumunda, özellikle de Kur’an’ın Kur’an’la tefsi­rinde önemli bir imkân olarak görülmüş ve bu alanda geçmişte ve günümüzde önemli çalışmalar yapılmıştır.

Kur’an’ın bu benzersiz ve etkileyici metinsel özellikleri konusunda öncü çalış­malara imza atan önemli isimlerden birisi, Hindistan’ın son dönem müfessir­lerinden Hamîduddîn el-Ferâhî’dir (ö. 1930). Hindistan’ın ilim ve kültür ha­yatında derin izler bırakmış olan müellif, “nazm” tanımından hareketle Kur’an yorumunda sûrelerin yapısal ve tematik bütünlüğünün dikkate alınması gerek­tiği tezinin en önde gelen savunucularındandır. Ona göre nazm, kısaca, tefsiri yapılacak sûre için bir ana konunun belirlenmesi, sûredeki âyetlerin gruplara ayrılması ve belirlenen ana konu çerçevesinde bunların aralarındaki tenâsüb dikkate alınarak yorumlanmasıdır. Sûrelerdeki ve daha genelde Kur’an’daki mana bütünlüğünü ortaya koymayı gaye edinen nazm, aynı zamanda Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri anlamına da gelmektedir.

Eserde, Hamîduddîn el-Ferâhî’nin diğer eserlerinden de istifade edi­lerek, Arapça kaleme aldığı Nizâmu’l-Kur’ân adlı tefsirinde uyguladığı yön­temlerin teorik ve pratik yönleri eleştirel bir gözle incelenmektedir.

KURAMER’in varlık sebebini de teşkil eden, İslam’ın temel bilgi kaynaklarını (Kur’an ve Sünnet) doğru anlama meselesinin ve dolayısıyla "İslam'ı doğru anlıyor muyuz?" sorusunun en hayatî tarafı, soyut, teorik veya spekülatif olmayıp hayatın içinden kaynaklanan ve derin tarihsel kökleri de olan bir soruna işaret etmesidir. Çalışmada sorunun bu çok yönlü ve çok katmanlı veçhesi masaya yatırılmaktadır.

Kitap öncelikli olarak, İslam’ın iki temel kaynağından ilki olan Kur’an’ın kendisini ‘mübîn’ (açık ve açıklayıcı) olarak tavsif etmesi ile ‘yanlış anlaşılma’ olgusunun nasıl telif edileceği meselesi üzerinde durmakta ve bu çerçevede, İslam’ın her çağ ve topluma uzanan evrensel mesajının doğru anlaşılmasını engelleyen tarihsel gelişmeleri, olguları, zihinsel formasyonları, bakış ve yorum tarzlarını detaylı şekilde ele almaktadır.

Kitap, İslam’ı ‘anlama’, ‘öğretme’ ve ‘anlatma’ ana başlıkları çerçevesinde esas olarak İslam’ın mesajının günümüz dünyasına mümkün olan en doğru şekilde nasıl sunulacağı meselesine odaklanmaktadır.

İnsan toplulukları kendilerini ifade etmek için her devirde nevi şahsına münhasır bir dil üretmişlerdir. İlâhî hitap da bu gerçeği dikkate alarak onlara kendi ürettikleri dil ile hitap etmiştir. Bu hitap, ontolojik bakımdan mütekellim ile aynı düzlemde bulunmayan muhatabın durumu gözetilerek çoğu zaman temsil, teşbih, mecaz vb. sembolik anlatım yollarıyla gerçekleşmiş ve “din dili” olarak adlandırabileceğimiz bir biçimle kendine özgü bir hususiyet kazanmıştır. Ancak, ilâhî kelâmın bu hususiyetinin dikkate alınmadığı her durum, tabiat olayları ve yaratılış ile ilgili birçok hadisenin mucizevî bir karaktere büründürülmesine ve bunların birer akide haline gelmesine sebep olmuştur.

Eserde, gayb gibi itikâdî açıdan önemi tartışılmaz temel bir meseleden Kur’an kıssalarının mahiyet ve işlevlerine; mucize bahsinin insanoğlunun entelektüel ‘tekâmül’ süreci ile ilişkilendirilerek irdelenmesinden Hz. İsa’nın kimliğinin ve hayat hikâyesinin tarihsel perspektiften analizi ve onunla alakalı birçok müşkil meselenin kritik edilmesine; bazı siyer olaylarının analizine ve bazı ayetlerin meâllerindeki hataların tetkik edilmesine kadar birçok konuya dair derin ve uzun soluklu bir ilmî mesainin neticelerini bulacaksınız.

 Klasik hadis metodolojisi ve onun hem ürünü hem de kaynağı olan hadis külliyâtı, önce in­sanın sonra da müslümanın doğru bilgiyi elde etmek için gösterdiği muhayyile sınırlarını zor­layan, her türlü takdiri hak eden bir çabanın canlı şâhididir. Bu nedenle çağımızda İslâmî ilimler üzerine yapılacak çalışmaların hedefi ve usûlü ne olursa olsun bu muazzam çabayı yok sayması akıl kârı değildir. Öte yandan çağ­lar boyu en ince ayrıntılarına kadar sistematize edilmiş bu metodolojinin yöntemlerinden isti­fade etmek her geçen gün zorlaşmaktadır. Açık­ça ifade etmek gerekirse, her yöntemin sınırla­rı olduğu gibi klasik hadis usûlünün imkân ve kabiliyetlerinin de bir sınırı vardır ve bu sınıra çoktan ulaşılmıştır.

Eserde klasik hadis usûlünün imkân ve kabiliyetlerinden istifade ederek Hz. Peygam­ber dönemine ait hadis ve tarih rivâyetlerinin analiz ve sentezini yapmak üzere yeni kavram ve araçlara sahip, Bütünsel Yaklaşım adıyla yeni bir yöntem önermektedir.

İslam tarihi boyunca ‘hadis’in daha genelde ‘rivayet’in, ilmî ve sosyo-kültürel birikimimizin teşekkülünde daima mühim bir yeri olmuştur. Bu birikim, kültürel mirâsımıza rengini ve karakterini farklı tonlarda olsa da her zaman vermiştir. Rivayetler, hayata ve tarihe bakışımıza bazen ön açıp çözüm üretme, bazen de sınırlar çizip yeni bariyerler oluşturma yönünde kayda değer bir etkiye sahiptir.

Sözü edilen olumlu ve olumsuz etki, hadislere nasıl bakıldığıyla ilgili olduğu kadar rivayetlerin barındırdığı içeriğe ve muhtemel mesaja bağlı olarak artar veya eksilebilir. Bu yönüyle, her rivayetin etki alanı ve gücü aynı değildir. Rivayetler tarih sahnesindeki belirleyici etkisini dinî, siyasî veya sosyo-kültürel alana teması ve yansıması nispetinde hissettirir. Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bunlardan birinin kurtuluşa ereceğini dile getiren “iftirak hadisi” bu açıdan dikkate değerdir.

Bu çalışma, hadisin İslam kültür ve düşünce geleneğindeki söz konusu yeri dikkate alınarak, ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağına dair rivayetlerin tespitini, hadis kritiği açısından değerini, nakledilme aşamalarını ve metinlerin tarihsel bağlamlarını incelemeyi hedeflemektedir.

Kitapta birbirini tamamlayan on ayrı konu, bu sahada tarihimizden bugüne intikal eden zengin ilmî mirasımıza ve diğer kültür havzalarının farklı bakış açılarına da yer verilerek incelenmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete dek yol gösterici vasfını sürdürecek olan, son ilâhî kitaptır. Bu bakımdan, onun doğru anlaşılması çok büyük bir önem arz etmektedir. Ancak onu doğru olarak anlama sorunu geçmişte olduğu gibi bugün de en önemli sorunlardan biri olarak karşımızda durmaktadır. Son zamanlarda, özellikle Batı’da dilbilim ve hermeneutik alanında gerçekleştirilen araştırmalar, anlamanın ne denli karmaşık bir sorun olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Dinî metinleri anlama söz konusu olduğunda, sorunun daha da ağırlaşacağı açıktır; çünkü söz konusu metinler ile aramızda anlam değişmelerine yol açan çok uzun bir zaman uçurumu vardır.

Şu halde anlamanın gerçekleşebilmesi için, sözcüklerin, zaman içerisinde uğradıkları anlam değişikliklerini belirlemek gerekir. Burada önemle vurgulanması gereken husus şudur: Kur’an Arap dilinde inmiş ilâhî bir Kitap’tır. Ama hangi Arap dilinde nâzil olmuştur? Hiç kuşkusuz ki, Hz. Peygamber zamanındaki Arap dilinde inmiştir.

Arap dili, sürekli bir değişim içinde olduğuna göre, Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in ve onun güzide sahabesinin anladığı gibi anlama imkânımız var mıdır? Hayatî bir önem taşıyan bu soruya verilecek cevap, ne yazık ki, olumsuzdur; çünkü elimizdeki Arapça sözlükler, bu amacı gerçekleştirmekten uzaktır. Üzücü olan, şu ana kadar İslam dünyasında bu boşluğu dolduracak hiçbir çalışmanın yapılamamış olmasıdır. Daha da üzücü olan, birkaç araştırmacı dışında böyle bir sorunun varlığından bile haberdar olunamamasıdır. O halde ülkemizde ve dünyada yeterince bilinmeyen bu konunun bilimsel bir biçimde açıklığa kavuşturulması çok büyük bir önem taşımaktadır.

Ebû Hanîfe, İslâm düşüncesinin teşekkül devrinde yaşayan ve ortaya koyduğu fikirlerle de o dönemin düşünce hayatına yön veren önemli bir şahsiyettir. Bu yüzden onunla ilgili yapılan her bir çalışma için, öncelikle o dönemde tartışılıp olgunlaşmış olan birçok itikâdî, fıkhî veya siyâsî konunun çok iyi araştırılması gerekmektedir. Zira Ebû Hanîfe, kendi döneminde cereyan eden hemen her önemli tartışmaya (kelâmî, siyâsî, fıkhî vs.) ya bizzat katılarak ya da konuyla ilgili kendi fikirlerini beyân ederek müdâhil olmuştur.

Hem kelâm hem de fıkıh sahasında İslâm düşünce tarihinin köşe taşlarından biri olan Ebû Hanîfe, müslümanların büyük bir ekseriyeti tarafından benimsenen itikâdî ve fıkhî görüşler ortaya koymuştur. Onun tarafından dile getirilen birçok özgün fikir, İslam düşüncesinin teşekkül ve gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.

Bu çerçevede, Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili akademik çalışmaları desteklemeyi ve bunları imkân nispetinde yayına dönüştürmeyi hedefleyen KURAMER olarak, 2016 yılında gerçekleştirdiğimiz “KURAMER Yayın ve Araştırma Ödülleri” programı kapsamında genç araştırmacı Dr. Fatih Tok’un 2015 yılında doktora tezi olarak hazırlamış olduğu “İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin Kur’an Anlayışı“ başlıklı bu eserin hem düşünce dünyamızı bu istikamette zenginleştirmek hem de Ebû Hanife’nin Kur’an yaklaşımını anlamak açısından önemli bir boşluğu dolduracağına inanmaktayız.

Kur’an-ı Kerîm insanlığa beşer dilinin imkânlarıyla hitap etmiş ve kullandığı dilin anlam değiştirerek veya genişleterek insanlık ufkunda büyük bir dönüşüm gerçekleşmiştir.

Bir hakikati bütün boyutları ile ifade etmekle yetinmeyip, zıttı olan gerçekliği de ayrıntılı olarak ele almak, Kur’an-ı Kerim’in anlatım üsluplarındandır. Bu bağlamda, tebşir ve inzar, va’d ve va’id, hayr ve şer, ma’rüf ve munker, rahmet ve ‘azab, hasene ve seyyi’e, Tayyib ve habis salâh ve fesad gibi ikili anlatım üslubunun vazgeçilmez birer parçası olan bu kavramlar, tergib ve terhible de doğrudan ilişkilidir.

Kur’an’ın müjdeleyen ya da ikaz eden bu üslubu, başta hadis alanı olmak üzere İslam kültürünün, sanat ve edebiyatın, irşad ve davetin en ince dokularına kadar işlemiştir. Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’i, sadece emir, ceza ve mükâfatlar manzumesi olarak değil, insanın aklını ve duygularını etkin bir biçimde kullanarak ilahi vahyi anlayıp hayatına katmasını sağlayan rehber bir kitap olarak göndermiş olduğu unutulmamalıdır. Zira tergib ve terhib ayetlerinin insan üzerindeki vicdani tesiri oldukça önemlidir. İşte bu kitap; Kur’an-ı Kerim’de tergib ve terhib üslubunun, muhatabın ihtiyacı ve dilin imkânı nispetinde, güçlü ve sade bir şekilde, en önemlisi de ölçülü ve dengeli bir biçimde kullanıldığını ortaya                                                                                    koymayı hedeflemektedir.

Bir araştırmanın ilmî değeri, konunun ana kaynaklarına inilmesine ve bu kaynakların önyargılardan uzak kalarak objektif usulle incelenmesine bağlıdır. Eser, merhum Prof. Dr. Salih Akdemir’in bu metotla hazırladığı “Hıristiyan Kaynaklara ve Kur’an-ı Kerim’e Göre Hz. İsa” başlıklı doktora tezinin kendisi tarafından yapılan birtakım eklemelerle geliştirilmiş şeklidir. Çalışmanın birinci bölümünde İncillerin oluşum süreci, Pavlus ve öğretisi, Hz. İsa’nın ilahlığı, inkarnasyon, aslî günah, kefaret ve teslis konuları Kitab-ı Mukaddes ve Kilise Babalarının yaklaşımlarına dayanarak değerlendirilmektedir. Ayrıca bu bölümde, Hz. İsa’nın tarihî bir şahsiyet olup olmadığına ilişkin ileri sürülen teoriler ve Hıristiyan öğretilerine yöneltilen eleştiriler ele alınmaktadır. İkinci bölümde ise Hz. İsa’nın ilahlığı, inkarnasyon, aslî günah, kefaret ve teslis konuları Kur’an-ı Kerim ve tefsirler bağlamında incelenmektedir. Ayrıca bazı Hıristiyan din adamlarının teslis konusundaki ayetlere dair yorumları da bu bölümde yer almaktadır. 

Bugün İslam Coğrafyasında kendi ellerimizle inşa ettiğimiz ve hayata aktardığımız ‘ Müslümanlık tarzı’ ile İslam dininin yüce değerleri arasındaki makasın hayli açıldığını üzülerek görmekteyiz. Bu duruma şüphesiz bir çok sebep yol açmıştır. Mesela din içi çoğulculuk, yerini tek hakikatçı görüşlerin ve ideolojilerin savaşına terk etmiş, rahmet kaynağı olması gereken mezhep ve görüş farklılıkları artık fitne ve kardeş kavgasını körüklemeye başlamıştır. Gelenekçisinden selefîsine, modernistinden tarikatçısına kadar birbirine zıt ve birbirini dışlayan, hata din dışı sayan görüşler sadece halk kesimlerini değil ulemayı da kuşatmış  durumdadır.  İslâm esaslarına aykırı biçimde üretilen kutsallıklar ve dindar kesimlerin zihinlerini çelen dinî değer istismarları Kur’an ve Sünnet’in önüne perde olmakta, İslâm akidesine zarar vermekte, hatta dünyadaki İslâm algısını, birlik ve dirliğimizi, huzur ve güvenliğimizi de tahrip etmektedir. İşte bu noktada – can sıkıcı da olsa- kendi sorunlarımızla yüzleşmemiz ve kapımızın önüyle ilgilenmemiz gerekiyor. Çünkü doğruya ulaşmanın ilk adımı nerelerde ne tür yanlışlar yaptığımızı görmektir. Bu çalışma, böyle bir adımı atma arzusunun ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Kitapta:

                                                             İslâm, Dinî İlimler, Modern Dönemde Müslümanlar,

                                                             Din, Gelenek ve Modernite,

                                                             Kur’an ve Hukuk,

                                                             Hz. Peygamber’i ve Sünnetini Anlamak,

                                                             Fıkhı Yeniden Düşünmek,

                                                             Fıkıh-ahlak,

                                                             Mezhep,

                                                             İslâm İlahiyatı,

                                                             gibi başlıklar altında güncel dinî meseleler ele alınmakta, sorular eşliğinde önemli bir tartışma açmaktadır.. 

Bu çalışma Kur’an’ın kendine has özelliklerini dikkate alan bir eserdir. Bugün elimizde mushaf hâlinde tuttuğumuz, sayfalarını çevirip ayetlerini okuduğumuz Kur’an, Rasûlullah’a (sav) Cebrail (as) tarafından yaklaşık çeyrek asırlık bir süre içerisinde ayet ayet indirilmişti. Her bir ayetin içine indiği bir zaman dilimi ve mekânı vardı. Ayetin doğrudan konuştuğu bir muhatap veya muhataplar kitlesi de vardı. Kur’an önce Mekke’de Mekkelilere, hicret sonrasında da Medine’de Medinelilere konuştu. İndirilen ayetler hafızalara ve uygun malzemelere indikleri sıra gözetilmeden kaydedildi. Ayetlerin indirildiği zaman gerçekleşen olaylar, içine indikleri mekânlar ve ayetleri duyan insanlara ilişkin bütün bilgiler de ayrıca rivayetler halinde başka kayıtların konusu oldu. Bunlar da ayetlerin tarihine ilişkin sebeb-i nüzul rivayetleri, nâsih-mensûh rivayetleri, siret rivayetleri ya da doğrudan tarih rivayetleri olarak farklı kaynaklarda kayda geçti. İşte bu çalışma, ayetlerle, onları çevreleyen zamana, mekâna ve insanlara ait bilgileri eşleştirmeyi ve Rasûlullah’ın siretinin Medine dönemi başındaki yıllarında inen ayetleri sırasıyla tespit etmeyi amaçlamaktadır. Surelerin ve ayetlerin sıralamasına, ayetlerin indikleri ortama ilişkin ilk nesillerden bize ulaşmış çok değerli bilgilere karşın, bu çalışmadan önce ilahiyat alanında böylesine bir araştırma dünyada ve Türkiye’de yapılmamıştır.

 Kitapta:

                                                              İslam Geleneğinde Ayet ve Surelerin Tarihlendirilmesi,

                                                              Kur’an Ayetlerinin Tarihlendirilmesinde Batılı Yaklaşımlar ,

                                                              Hicrî (Rebiu’l- Evvel) – Hicrî 4 (Rebiu’l – Evvel) Özelinde Nazil Olan Kur’an  Ayetlerine Kronolojik  - Olgusal Yaklaşım,

                                                            gibi başlıklar altında Kur’an ayetlerinin tasnifi ve tarihlendirilmesine dair oldukça titiz ve doyurucu bir çalışma bulacaksınız.